Hekimlerin tam gün çalışmasına dair düzenleme ile birlikte hekim hatalarının tazminine karşı zorunlu mali sorumluluk sigortası getirilme çabasının aynı taslakta birlikte yasalaştırılmaya çalışılması bir rastlantı olarak görülebilir. Acaba gerçekten öyle mi?
Yoksa neoliberalizmin son sömürge olarak gördüğü hastaların sürekli para kazandıracak biçimde "daha çok inceleme daha az tedavi" ilkesi ile sağlık sistemi içinde sürüklenmesi sürecinde yeni bir sayfa mı açılıyor?
Baktıkları her hasta, istedikleri her tahlil için hekimlere prim verilmesine, hastanın sağlık sistemi içinde kaldığı sürece hekime ve sisteme para kazandırmasına olanak sağlayan sağlık reformunun hastaları iyileştirmekten çok tahliller ve görüntülemeler adı altında oyalamasının hizmet kusurlarının artmasına yol açması kaçınılmaz görünüyor. İşte, "sağlık reformu" adı altında sağlığı piyasalaştıran bu yeni sürecin getireceği hizmet kusurlarının tazminini, hekimlerin üzerine yıkmak için aynı yasa kapsamına zorunlu mali sorumluluk sigortasını ekleme gereği duyulmuş olmasın?
Hekimler açısından hekim emeği ve kazancı ile birlikte özlük haklarının budanması, hükümet açısından ise sağlık piyasasında hekim çalışma şartları ve ücretlerini düzenleyip belirli limitler içinde kalmasını sağlamak biçimindeki "tam gün" yasasına hekim camiası dışında pek karşı çıkan görünmüyor. Yasanın gerçek muhatapları olan hastalar kendileri açısından yapılanları olumlu değişiklikler olarak görme eğilimindeler. Özel muayene ücretlerini ödeyemedikleri için hizmet alamadıkları üniversite hocalarının bile tam gün çalışmaya başladıktan sonra sosyal güvenlik şemsiyesi altında herkese hizmet verebileceğini umuyor ve bekliyorlar. Acaba gerçekten öyle mi?
Berlin duvarının yıkılışı ile simgelenen ve tüm dünyayı etkisi altına alan neoliberal dönüşümün sağlık sistemini de etkilememesi olanaksızdı. Sağlığın ticarileşmesi ile bu alana yatırımların artması, ilaç sanayi yanı sıra tıbbi tahlil ve görüntüleme alanlarını ele geçirmiş çok uluslu sermayenin sağlık hizmetlerinden de pay almaya yönelmesi ülkemizin IMF güdümlü politikaları ile örtüşüverdi.
Hekim örgütlerinin bu dönüşüme karşı direncinin beklenen toplumsal desteği görmemesi ile sağlık hizmet ve politikalarının belirlenmesinde ticari öncelik ve kaygılar daha fazla hissedilir hale geldi. İnsan ve toplum merkezli sağlık politikaları yerini ticari muhataplarının kar, verimlilik, büyüme, kalite eksenli neoliberal politikalarına bıraktı. Bu durum tüm dünyada neredeyse eş zamanlı olarak gerçekleştiği için küreselleşmenin normal sonuçlarından biri gibi algılandı. Halbuki ticaretin kural ve önceliklerinin ne kadar acımasız olabileceğinin hepimiz farkındaydık. AIDS gibi gelişmiş ülkeleri önemli ölçüde etkileyen bir hastalık 20 yıl gibi kısa bir sürede kontrol altına alınabilmiş olmasına karşın fakir ülkelerin hastalığı olan verem (Tuberkuloz) için etkili bir ilacın neredeyse yüz yıldır üretilmemiş olmasının konuya ticari gözle bakılmasından kaynaklandığının farkındaydık. İlaç firmalarının Ar-Ge yatırımlarında öncelikleri hep ticari kaygıların belirlediğini görüyor, susuyorduk. Pazarı büyütmek için hasta sayısını arttıramayan ilaç firmalarının ilaçların kullanım alanlarını genişletmek yönünde bilimi eğip bükme çabasına giriştiğine bile şahit olduk. Yüksek tansiyon tanısı için belirlenen sınırı daha alt düzeylere çekip tansiyon ilacı kullanan hasta sayısını arttırmayı amaçlayan ilaç firmalarının bazı bilim insanlarını ikna edebildiklerini ancak bilimsel kurumların kendi etik kurallarını devreye sokarak bu hastalığın bulaşmasına şimdilik engel olduğunu gördük.
Ülkemiz biraz gecikmeli de olsa sağlıkta yaşanan neoliberal dönüşüm ve piyasalaşmaya adapte olup önce pazarı büyütecek uygulamalar gerçekleştirdi. Her şey sağlık ocaklarına vergi levhası asılıp, yazar kasa konması ile başladı. Sağlık hizmetine ulaşmada engellerin kalkması özellikle tüm kamu sağlık kuruluşlarının tek çatı altında toplanıp herkesin ulaşabileceği sağlık hizmeti sunulması sağlıkta dönüşümün toplumca benimsenmesine ve taraftar bulmasına yol açtı. Belki de cumhuriyet tarihinde ilk kez sağlık alanında yapılan düzenlemeler mevcut hükümete siyasi rant ve oy olarak geri döndü. Devletin sağlık harcamalarının çok kısa sürede katlanarak büyüdüğü, dışarıya oluk gibi para akıtılmakta olduğu sesleri bu arada duyulmadı veya çok cılız kaldı. Artan hasta sayısı için hekim sayısının yetersiz kalması tıp fakültelerinin öğrenci kontenjanları arttırılmasına, yeni tıp fakülteleri açılma girişimlerinin hızlanmasına yol açtı. Amaç piyasayı büyütmek olunca yetiştirilecek hekim ve üretilecek sağlık hizmetinin kalitesi arka plana itildi.
Sağlık piyasasında hasta ve hekim sayısında kısa sürede limitlere ulaşılması sağlıktaki ticari öncelikler için olumsuz bir durumdu. Her şartta büyüme ve kar etme amacını güden ticari bakış hekim emeğinin piyasalaşıp ciddi bir maliyet unsuru olmasından da rahatsızdı. Özel sağlık kuruluşlarındaki hekim maaşları ile rekabet edemeyen devlet, yayınladığı genelgeler ile yeni özel hastaneler açılmasını, sağlık çalışanı istihdamını engellemeye çalışırken diğer yandan devlet hastanesinde çalışan hekimlere baktıkları hasta başına döner sermaye primi vererek beklenen maaş artışlarını bir nebze de olsa karşılamaya girişti. Maaşları yanı sıra baktıkları hasta başına prim verip fazla mesai teşvikleri ile daha verimli çalıştırılması amaçlanan hekimlerin bir tür havuç ve sopa taktiği altında parasal kayba uğramamak için yıllık izinlerinden bile vazgeçtiklerine şahit oluyoruz. Millet meclisinde görüşülmeyi beklenen tam gün çalışma yasası ise tüm hekimlerin özlük haklarını kısıtlayıp daha ucuz ve verimli çalıştırılmasını amaçlıyor.
Büyük resme baktığımızda ise artmayan hasta ve hekim sayısı yüzünden büyümesi duran sağlık piyasasında büyümenin, hasta başına düşen sağlık harcamasının arttırılmasını amaçladığı görülüyor. Bu yasayla hastaların daha çok sömürülmesi, daha çok incelenip daha az teşhis ve tedavi olmalarına yönelik dönüşümün tamamlanması, durumun farkında olan hekimlerin de bir tür havuç ve sopa taktiği ile direnişlerinin kırılması amaçlanıyor. Özel çalışma yollarını kapatıp, baktıkları her hastadan ve her tıbbi işlemden prim alması ilkesi ile çalışan yeni sistemde hekimlere hastaların faturasını kabartacak biçimde sağlık hizmeti sunulması örtülü mesajının verilmekte olduğu açıktır. Bu mesajı alan hekimlerin önemli bir kısmının sistemden daha çok para kazanma uğruna hastalarını daha çok inceleme, daha çok tıbbi tahlil ve girişimde bulunma ve bu şekilde sürekli olarak sistem içinde tutup sisteme para kazandırma eğiliminde olmasının getireceği tıbbı hata ve tazminat sorunları da aynı yasa kapsamında hekimlere zorunlu mali sorumluluk sigortası düzenlemesi ile bertaraf edilmeye çalışılmaktadır.
Sosyal güvenlik kurumunu ve giderek devletin mali sistemini kısa sürede çıkmaza sokması kaçınılmaz böylesi sömürgen bir sağlık piyasası, bu piyasayı kontrol eden çokuluslu sermayeye ülke kaynaklarını akıtmaktadır.
Neoliberalizm son sömürge olarak hastaları seçmiştir. Sağlığın piyasalaşmasının insan ve toplum eksenli sağlık politikalarının üretilmesine engel olacağını haykıran hekim örgütleri yine çağ dışı politika üretmekle suçlanacak, direniş basit bir çıkar çatışması olarak yaftalanacak ve ne yazık ki hastalar yine kendileri için yararlı bir dönüşümün gerçekleştiği izlenimini edinecekler kaygısını taşıyorum. Üstelik, sağlık sistemi içinde deva arayıp sürüklenen hasta sayısının artması, hasta hekim ilişkisinin tamir edilmesi zor biçimde daha da zedelenmesine yol açacaktır.
Sağlıkta yaşanan neoliberal sömürü sosyal güvenlik kurumlarının parasal kaynaklarını kurutup, büyüme hırsıyla ellerini hastaların cebine sokmaya başlayıncaya kadar bu düzene ciddi bir tepki veya karşı çıkış gelmesi ise hayli zor görünüyor.